Polat : Bu hafta yine çocuk hakları açısından çok önemli bir konuyu ele alacağız. Konuğum Prof. Dr. Murat Yayla ile fetus hakları konusunda konuşacağız. Fetus hakları pek konuşulan ya da dikkat çeken bir konu olmamasına rağmen gerek uygulamada gerekse kanunlarımız açısından bir takım aksaklıkların olduğu, henüz kesin çizgilerin oluşturulamadığı bir konu. Fetus haklarından bahsederken öncelikle belirtmeliyim ki Çocuk Hakları Sözleşmesi’nde dahi çocukluğun başlama yaşı tam olarak belirtilmemiş ve tartışmalar sürüyor. Şöyleki Sözleşmeye göre 0-18 yaş arası her birey çocuk. Bu durumda birey 18 yaşına girdiği gün artık çocuk olarak kabul edilmekten çıkıyor. Ancak, çocuğun birey olarak ne zaman kabul edildiği henüz kesinlik kazanmış değil. Bazı görüşlere göre doğumdan itibaren çocuk birey kabul ediliyor. Diğer bir görüşe göreyse çocuğun birey olarak kabul edilmesi hamileliğin başlangıcından itibaren sözkonusu. Bir takım hakların varlığından bahsedebilmek için önce ortada bir birey olması gerekiyor. Fetus hakları açısından kanunlarımız ne durumda, Türkiye’de fetus hakları bilinci oluşmuş mu, fetusun yaşamına haklı olarak son verilme durumları neler, anne-babanın hakları nerede başlayıp bitiyor gibi birçok konudan bahsedeceğiz. Prof. Dr. Murat Yayla bir kadın hastalıkları ve doğum uzmanı. Konuyla ilgili çalışmaları var ve yoğun olarak da sivil toplum ayağında yeralıyor. Kendisi Türk Perinatoloji Derneği’nin bir dönem genel sekreterliğini yaptı, şimdiyse saymanı. Ayrıca Ultrasonografi Derneğin’de de çalışmalarını yürütüyor.
Bu haftaki konumuz; sokak çocukları, çalışan çocuklar, eğitimde çocuk hakları, çocuk istismarı gibi pek halk arasında bilinen bir konu değil. Dolayısıyla terminolojiye değinmekte fayda görüyorum. Örneğin Türk Perinatoloji Derneği’nin çok kıymetli çalışmalar yaptığını ve burada çok iyi bir ekibin çalıştığını biliyorum. Peki, perinatoloji ne demek? Buradan başlayalım.
Yayla : Perinatoloji; doğmamış bebek ve bunu taşıyan annenin olası problemlerini çözmeye yönelik yaptığımız bütün bilimsel çalışmaları, klinik çalışmaları kapsıyor. Daha da genişletmek olası ama bunların içinde ana konumuz tabii ki fetus yani cenin; anne karnındaki bebek. Bunun biraz daha detayına inersek aslında döllenmeden sonraki ilk üç aylık döneme embryo dönemi diyoruz. Embryo dediğimiz zamanda fetusun ilk üç aydaki halini kastediyoruz.
Polat : Fetus hali ilk döllenmeyle başlıyor ve sonrasında nasıl bir süreçle devam ediyor?
Yayla : Bir kadının adeti geciktikten sonra gebelik testiyle hamilelik müspet çıktığı andan itibaren gebeliğin yaklaşık bir aylık olduğunu söyleriz. Bu kronolojik bir tarif değil ama halk arasında hep ay olarak söylenir. Son adet tarihini ilk gün olarak tespit eder ve ondan sonra 9 ay 10 günlük süreyi hesaplarız. İlk 2,5-3 aylık döneme embryo dönemi diyoruz. Bu dönemde bebek önce uterus içine yani rahim içine yerleşiyor ve beslenmeye başlıyor. Daha sonra çeşitli organlar yavaş yavaş gelişiyor. Birden büyüme sözkonusu değil. Bunların herbirinin bir dönemi var. Bu büyüme dönemlerinde çeşitli dış etkenlerle veya bebeğin kendisinden kaynaklanan bazı genetik özellikler sonucunda ufak tefek veya büyük anormallikler gelişebilir. Bebeğin iki aylıkken gelişmekte olan beyin dokusu, kafatası, kollar, ayaklar veya iç organlarla ilgili bir sorun olduğu zaman o anda farkedemiyoruz. Bunların ortaya çıkması genellikle 3, 4, 5, 6. aylarda hatta bazen daha ileri aylarda da karşımıza çıkabiliyor. Bu saptama dönemleri çok çok önemli. Bunlarda geç kaldığımız zaman bazı sorunlar karşımıza çıkıyor. Örneğin, belli ayları geçirdiğimiz durumlarda bu tip bebeklere doğrudan düşürme yönünde, alma yönünde müdahale yapma hakkımız olmuyor. Olmamalı da zaten. Ancak, bunun bir sınırı var. Herşey bebeklerden yana mı olmalı yoksa herşey annelerden yana mı olmalı? İki tarafında bazı hakları var. Dolayısıyla hakları her iki tarafı da rencide etmiyecek şekilde korumamız gerekiyor. Ne yazıkki bebeğin dili olmadığı için bunları dile getiremiyor, kendi haklarını savunamıyor. Bu durumda fetusun haklarını savunmak biz hekimlere ve toplum örgütlerine kalıyor.
Polat : Burada ilginç bir saplama yapmak istiyorum. Çocuk Hakları Sözleşmesi, kendi başlarına seslerini çıkaramayan, haklarını savunamayan, bunları talep edemeyen bir grubun yani çocukların haklarını savunması açısından dünya daki hemen hemen bütün devletler tarafından kabul görmüş bir sözleşmedir. Ancak, bugün hala Sözleşme’de tartışılan bir konu var. Sözleşme’de çocuk tanımı “0-18 yaş arasında herkes çocuktur” şeklinde yapılmış. Üst yaş sınırında bir problem yok. Çocuk 18 yaşına girdiği zaman artık yetişkin statüsüne kavuşuyor. Bu gayet anlaşılır. Fakat çocukluğun başlangıç yaşında bir karışıklık var. Çocukluk; doğumdan itibaren başlar, embryo oluşumundan itibaren başlar ya da konsepsiyon dediğimiz döllenme anından itibaren başlar, şeklinde bir kesinlik yok. Bu sürekli tartışılıyor. Biz de buradan başlayalım. Çocukluk hangi dönemden itibaren başlamalı? Çocuk birey olma sıfatını ne zamandan itibaren taşımalı?
Yayla : Bu cevaplaması oldukça zor bir soru. Bir annenin ovumu dahi çocuğun yarısını oluşturuyor. Bu bile bir şekilde hakkın başlangıcı olarak kabul edilebilir. Ancak, kanunlarımızda ve yabancı kanunlarda başka çeşitli kriterler var. Örneğin; bir çocuk canlı doğup nefes almaya başlayacak olursa kanuni haklardan yararlanıyor ama diğer taraftan anne karnındaki bir bebek doğana kadar potansiyel mirasçı kabul ediliyor. Baba vefat etmiş, anne hamile ve karnında bir çocuk taşıyor. Bu çocuk potansiyel mirasçı. Çocuk doğana kadar hiçbir miras işi görülemiyor. Çocuk canlı doğduktan sonra ise miras hukuku sözkonusu olabiliyor. Aslında bizim kanunlarımız bu konuya 1920’lerde eğilmiş. Kanunlarımızda bunlar var ama hala açık noktalar da var. Özellikle anne karnındaki çocukta bir anormallik varsa ‘biz buna ne zaman müdahale edebiliriz’ den kaynaklanıyor. Kanunları zorlayan şeyler bunlar. Biz hekimler 22-24 hafta olana kadar anne karnındaki fetusların henüz yaşam kabiliyeti kazanmadığını düşünüyoruz, buna inanıyoruz. Veriler de bu yönde. Ama 22-24 haftalardan sonra her bebeğin canlı doğma şansı var ve buna hakkı var.
Polat : Burada 22-24. haftaya kadar olan süre içerisinde çocuk doğsa dahi yaşayamayacak olduğunu mu söylemek istiyoruz? Kendi başına yaşam kabiliyeti olamayacağı için de hakları bu dönemde başlamıyor diye mi yorumlamalıyız?
Yayla : Tabii ki o da potansiyel bir canlı adayı. Süre 26, 30, 32. haftalara çıktığı zaman bebek yaşayacak ama diyelim ki bebekte çok önemli bir anormallik tespit ettik ve anne-baba bu bebeği aldırmak istiyor. Bizim burada etik olarak kabul etiğimiz bazı sınırlarımız var. Bunların Türkiye’deki kanunlarda henüz yeri yok. Anormal bebekler için konuşuyoruz; bebek şu haftada alınır, bu haftada alınmaz gibi bir kriter yok. Yoksa kürtaj yasası var. On haftaya kadar olan bebekler aldırılabiliyor. On haftadan sonra hiçbir bebeğe; ister anormal olsun ister normal olsun, elleyemezsiniz, alamazsınız, düşüremezsiniz.
Polat : Anne-babanın isteğiyle alınmıyor. Yoksa hekim müdahale edebilir zorunlu durumlarda.
Yayla : Anne-babanın isteğiyle ya da hekimin isteğiyle çocuk alınamıyor. Ancak, bebekte hayatla bağdaşmayan bir anormallik varsa veya pre-natal tanı ile ortaya konmuş bir anormalliği ispatlayabiliyorsanız 22-24. haftaya kadar; bunu biraz açık tutuyorum çünkü hakikaten tartışmalı bir konu, maksimum 24. haftaya kadar diyelim, aile istemiyorsa ve önemli bir anormallik sözkonusuysa; sonraki nesilleri etkileyecek, bebeğin hayatını etkileyecek, o zaman anne-babada onay verdiği takdirde böyle bir gebeliği sonlandırabilirsiniz. Ama 24 haftayı geçmişseniz, anne-baba istese, doktor onay verse dahi işte fetus hakkı o zaman devreye giriyor. Bu bebeğe hiçbir şekilde elleme hakkımız yok. Çok ufak istisnaları var. 8-10 tane hayatla bağdaşmayan yani bebek canlı doğsa bile yüzde yüz öleceğini bildiğimiz bazı anormallikler var. Bir tek bu durumlarda 24. haftadan sonra müdahale edilebilir ama dünya da genel yaklaşım 24 haftadan sonra her ne olursa olsun anormal bebeklere ellememek yolundadır. İşte bebeğin hakkı bu haftada başlar.
Polat : Burada herkesin kafasının karıştığı bir nokta var. Anne-baba çocuğa bakmakla yükümlü kişiler yasal olarak ve ilk on hafta içerisinde çocuğu sağlıklı olsun ya da olmasın aldırmaya hakları var. Hekim de bunu uyguluyor. Bundan sonra 24. haftaya kadar bebekte bir anomali tespit edilirse de hekim Fakat diyelim ki şöyle bir örnek olsun, doktora hiç ailenin onayıyla müdahale edebiliyor. Bundan sonrası için böyle bir şans yok çünkü burada artık fetusun hakları başlıyor. Peki, Türkiye’de oldukça fazla miktarda kadın hamileliği boyunca doktora gitmiyor, böyle bir imkan bulamıyor. Bu durumda diyelim ki kadın gebeliğinin sekizinci ayına gelmiş, doğum çok yakın. Doktora ilk defa geliyor ve yapılan muayenesinde çocukta öyle hastalık saptanıyor ki yaşamla bağdaşmıyor ya da yaşam kalitesi çok düşük olacak. Bu durumda çocuğun alınabilme durumu var mı?
Yayla : Hakikaten bu konu dünya da da tartışmalı bir konu ama bazı çok net hastalıklar var ki bu hastalıkla doğan bebeğin doğumdan sonra yaşamadıklarını çok kesin biliyoruz. Kafatası gelişmemiş olan anasefal dediğimiz bebekler doğuyor. Bugüne kadar böyle doğupda yaşamış bebek yok. Bu hastalığa sahip bebeğin maksimum yaşama süresi 45 gün. Böyle bir durumda gebeliği herhangi bir döneminde 24 haftayı geçmiş olsa bile sonlandırabiliriz. Böyle hastalıklara başka örneklerde verebiliriz; beyinde su toplanmaları gibi, hidransefali gibi, holoprezensafali gibi anormallikler ve bazı kromozom bozuklukları gibi - bunların başında trizonomi 13, 18 geliyor ki son yıllarda 7 yaşına kadar yaşayan trizonomi 18 vakalarından bahsediliyor. Tıp ilerledikçe anormal doğan bebeklerin yaşatılabilme imkanı artıyor. Yine triploidiler, bazı böbrek yokluklarını belki bugün yaşatamıyoruz ama bundan 15-20 yıl sonra böbreği olmadan doğan bir bebeği de yaşatma şansımız olabilecek. Örnekleri daha çoğaltabiliriz ama bunlar bir düzineyi geçmez. bazı iskelet bozukluklarıyla doğan çocuklar var; kolları, bacakları kısa, bunların yaşamda başarılı olduğu durumlar olabiliyor. İskelet displasisiyle doğup televizyonda meşhur olanlar var. Etik açıdan bakıldığında, her kolu bacağı kısa olan bebeğin anne karnından zamanından önce çıkartıp ölüme terketmek ya da öldürmek doğru bir davranış olmuyor. O yüzden hekimlere düşen görev, bu tip anormalliklerin hangileri yaşamla bağdaşır, hangileri yaşamla bağdaşmaz bunu bilip aileyi erken dönemde bilgilendirmek, gebeliğin 24. haftasından sonra saptanan anormalliklerde hakikaten gerekiyorsa gebeliği sonlandırmak.
Polat : Temel kriter; doğum gerçekleştiğinde anomaliyle doğan çocuğun yaşama ihtimalinin hiç olmaması. Anasefali çok güzel, açıklayıcı bir örnek. Hamileliğin herhangi bir döneminde bebeğin kafatasının gelişmediği tespit ediliyorsa, bu bebeğin doğumdan sonra yaşama şansının hiç olmadığını bildiğimizden hamileliğe son veriliyor.
Yayla : Bu ve buna benzer çok az durumda evet. Ancak, yaygın olarak geç dönemde görülen bazı yaşamla bağdaşabilir anormallikler veya ameliyat edilebilir hastalıkları olan bebekler de zamanından önce alınabiliyor. Bunların bazıları başarılı oluyor ama bazılarında anomaliyle, erken doğmuş bebeklerle karşılaşıyoruz. Aslında bu yapılmamalı. Doğum uzmanı bebeği almak için uğraşıyor halbuki her ne olursa olsun canlı doğan bir bebeği yaşatmakla görevli çocuk hekimleri var. Burada bir paradoks var. Bu paradoksa düşmememiz lazım. Böyle bir olaya denk gelmemenin yolu erken tanıdır. 24. haftadan önce bu tip anormalliklerin saptanıp erken dönemde; bebeğin henüz hayatiyet şansı kazanmadığı dönemde, eğer anne-baba tarafından da istenmiyorsa gebeliğin sona ermesi sağlnmalıdır. Yaklaşık 5,5-6. gebelik ayından önce bu bebekleri sonlandırabiliriz. 6. aydan sonra biraz önce saydığım listedekiler sözkonusu değilse hiçbir şekilde bu gebeliklere müdahale etmemeliyiz.
Polat : Tabii o zamanda trajik bir durum ortaya çıkıyor. Türkiye’nin herhalde bugüne kadar ki eldeğmemiş ya da gözardı edilen en önemli sorunlardan biri özürlüler; engelliler. Bu özürlüler içerisinde doğuştan özürlüler var. Hepimiz biliyoruz ki özürlü insanların yaşamda şansları çok olmuyor. Onlara göre organize edilmiş hiçbir yaşam birimi yok. Dolayısıyla evlerinden pek çıkmıyorlar. Soayal yaşama ve iş yaşamına katılamıyorlar. Türkiye’de özürlülere henüz hakları olan hizmeti veremiyoruz. Hatta Ankara’dan özürlü oniki vatandaş Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurdular. Türkiye aleyhine tazminat davası açtılar. Gerekçeleri de Türkiye’de özürlülerin yaşamını kolaylaştıracak hiçbir tedbir alınmamış olması. Mahkeme sonuçlanana kadar bu özürlülere yetmiş milyon aylık maaş bağlanmış. Eğer bu mahkeme Türkiye’nin aleyhine sonuçlanacak olursa 8,5 milyon özürlünün de maaş artı tazminat talep etme hakkı doğacak. Böyle bir sıkıntı var. Özürlülerimize standartlara yakın bir hayat vaad edemiyorsak hakikaten hamilelikte gelişen anomalilerin erken tanı ile saptanmasının önemi çok büyük.
Yaşamları derinden etkileyecek böyle durumlara düşmemek için; gerek fetus hakları açısından gerekse çocuğun doğumdan sonraki sağlıklı ve kaliteli yaşama hakkı açısından, hamilelikte bazı tedbirlerin alınması gerektiği çok açık. Biraz hamileliğin hangi döneminde ne gibi tedbirler alınabilir bunlardan bahsedelim.
Yayla : Doğum öncesi bakım konusuna girmeden önce dediğiniz gibi Türkiye’de özellikle gebelik sorunlarının başında bu antenatal takip problemi geliyor. Bu konuda sürekli olarak Sağlık Bakanlığı kampanyalar yapıyor, yeni girişimlerde bulunuyor. Biz üniversiteler olarak, eğitim hastaneleri olarak çeşitli kongreler, kurslar düzenliyoruz. Birçok sivil toplum kuruluşu var sorunun temeline inmeye çalışan ama maalesef Türkiye’de hala bebekler ölüyor ve anne adayları ölüyor. Türkiye’nin anne ölüm hızı maalesef bazı yörelerimizde Afrika’nın rakamlarıyla karşılaştırılıyor. Hepimizin bu konuya olumsuz katkıları var. Ancak, bunun temelinde insanların sağlık hizmeti satınalma güçlerinin olmayışı yatıyor. İmkan yaratıp en ücra köşeye ebeyi, hekimi götürseniz bile eğer yazdığınız reçeteyi alamıyorsa, hergün gazetede okuduğumuz ambulans faciaları oluyorsa bunlar yaşanmaya devam edecek. Her yıl yine Türkiye’de anneler ve bebekler ölmeye devam edecek. Bebek ölümü konusunda bir miktar ilerleme kaydettik. Öğrencilik yıllarımızda binde yüzlerin üzerindeydi bebek ölümleri şu anda otuzlara düştü. Daha da düşüyor ama konjental anomaliler olduğu sürece bu hiçbir zaman binde yirmilerin altına düşmeyecek. Binde yirmi, binde on en iyi rakamlar böyle. İki görevimiz var; hem bebek (yeni doğan) ölümlerini önlememiz hem de bebek doğduğu zaman yaşama ihtimali bırakmayan anomalileri anne karnında tespit etmemiz gerekiyor.
Polat : Bu; doğru Devlet politikasıyla ve hekimlerin ellerinden gelenle başarılabilecek bir durum. Toplumun bilinçlenmesi de tabii ki çok önemli. Bu açıdan daha bireye indirecek olursak ne gibi tavsiyelerimiz olabilir?
Yayla : Öncelikle, Dünya Sağlık Örgütü tarafından da deklare edildiği üzere, her gebenin; gebeliği risksiz olsa bile, gebelik boyunca en az dört kere hekim tarafından kontrol edilmesi gerekiyor.
Polat : Gebelik risksiz ve rahat sürüyor olsa bile hamilelerin rutin olarak hekim kontrolünden geçmesi gerekiyor. Bunun altını çizmekte büyük fayda var.
Yayla : Hiçbir problem yoksa bile her gebe gebeliğin başında, ortasında ve sonunda olmak üzere en az üç kere, ideali dört kere kontrolden geçmeli. Problem olduğu durumda ise problem bulunduğu andan itibaren ki bu tansiyon yükselmesi olabilir, bebeğin gelişmemesi olabilir, şeker hastalığı olabilir, bebekte bir anormallik olabilir ya da annenin sistemik bir kalp hastalığı gibi, böbrek hastalığı gibi bir problemi olabilir, hastalığın gerektirdiği süreler içerisinde hamile kadın kontrollerini yaptırmalıdır. Bazen haftada bir, bazen ayda bir, gerekiyorsa hastaneye yatarak da kontroller yapılır. Takip çok önemli. Çok kaba bir deyişle her ay bir defa takip riskli bir gebede; kişiden kişiye değişmekle birlikte, ideale yakın bir takip olabilir.
Bundan başka aslında kadınlar imkan dahilindeyse gebe kalmaya karar verdikleri zaman; gebe kalmadan önce, bir kere hekimlerine başvurmalıdırlar. Türkiye’de 6.000 civarında kadın hastalıkları ve doğum uzmanı var. Büyük şehirlerde, sağlık birimlerinin olduğu yerlerde bu uzman hekimler var, aile hekimleri bulunuyor, pratisyen hekimler hizmet veriyorlar. Ancak, hizmeti talep etmeyi bilmek lazım. Biz hekimlerinde bu talebe iyi cevap vermesi lazım. Maalesef gebelerin %95’i gebe kaldıktan sonra hekime gidiyorlar.
Polat : Fetus hakları açısından bir diğer önemli konuda kız bebekler. Yakın zaman önce gazetelerde bir haber yer buldu. Çin’de insanların hep erkek çocuk talepleri olduğu için kız erkek oranı kızların aleyhine bozulmaya başlamış ve bir projeksiyona göre 2040 yılında Çin’de kız çocuğu kalmayacakmış. Bu biraz abartılı gözüküyor tabii ama böyle bir sorun var ve Türkiye’de de mevcut. Erkek çocuk nedense daha değerli kabul ediliyor. Erkek çocuğun iş gücünden faydalanmak zihniyeti olabilir, “erkek adamın erkek çocuğu olur” zihniyeti olabilir. Durum böyle olunca sadece cinsiyeti kız olduğu için, hiçbir anomalisi bulunmamasına karşın, annenin hiçbir sağlık problemi olmamasına rağmen kız çocuğunu aldırmak isteyen anne-babalar var. Böyle durumlarda ne yapmak gerekiyor?
Yayla : Bu da ülkelerin kanayan yarası. Özellikle bizim gibi ülkelerin. Tabiatta ilginç bir denge var. Her bir kız çocuğuna bir erkek çocuk doğuyor. Bunu biraz açtığımız zaman aslında rakam doğumlarda erkeklerden yana 102-103 erkek çocuğa 100-101 kız bebek dünyaya gelir. Ancak ne hikmetse çok zayıf yaratıklarız bizler. Erkekler biraz çabuk telef oluyor. Doğumdan sonra bebekler biraz büyüdüklerinde görüyoruz ki cinsiyete göre yaşamda kalma oranı değişiyor. O, 103 erkek : 101kız oranı kızlar 99 erkekler 98 gibi oluyor. Bu da tabiatın cilvesi.
Çin’deki olay ilginç bir örnek. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre ve Çocuk Hakları Kurultaylarından takip ettiğimize göre dünya da yılda yaklaşık 500.000 kız bebeğin doğmasına izin verilmiyor. Bu çok ciddi bir rakam. Tabii bu sosyal dengeyi de bozacak yakın bir gelecekte.
Peki, bunu kim yapıyor, nasıl yapıyor? Bunu gelişen teknolojiye borçluyuz. Ultrasonografi sayesinde artık 11-12. haftalarda yani bebek daha üç aylık bile olmadan %80 ihtimalle cinsiyeti belirleyebiliyoruz. Pre-implantasyon, genetik tanımlar var. Anne karnına yerleştireceğiniz tüp bebeklerden bahsediyorum. Bebeğin cinsiyetini önceden belirleyebiliyorsunuz. İşlemde amaç cinsiyeti belirlemek değil. Amaç; bazı hastalığı olabilecek bebekleri önceden saptayıp bunları ayıklayıp sağlam olanları içeriye yerleştirmek. Ama aynı işlem bebeğin cinsiyetini tayin etmek için de kullanılabilir. Kötü yönde kullanılabilir. Burada hekimlerin rolü var. Şüpheli durumlarda, çocuğun cinsiyetini ısrarla soran, sonunda bunu yanlış yöne kullanabilecek ailelere çok fazla taviz vermememiz lazım. Tabii ki özellikle erkek çocuk sahibi veya özellikle kız çocuk sahibi olmak her ailenin dileği olabilir ama işte burada fetus hakları devreye giriyor.
Polat : Henüz konuşma, kendini ifade etme yetisi kazanmamış bir fetusun da korunması gereken hakları var. Türkiye’de doğmamış kız bebeklerin yaşama hakkını koruyan düzenlemeler yapılmış durumda mı?
Yayla : Son altı aydır Büyük Millet Meclisin’de büyük tartışma yaşandı. Bir ara kürtaj sınırını oniki haftaya çıkartmaya çalıştılar. Kendilerince haklı nedenleri var tabii. Meclis’te kadın hastalıkları ve doğum uzmanı milletvekilleri de var ve onlar bu düzenlemenin yapılmaması için çalıştılar ve engellediler de. Her iki partinin de milletvekilleri yasanın eski haliyle yani 10. aya kadar kürtaj serbestliği tanınmasını savundular. Onikinci haftada artık çocuk cinsiyeti belli olur. Bu bahsettiğimiz gibi kötü nedenle kullanılabilirdi. Yasa 1980’lerde çıkmış olduğu haliyle kaldı. Bu da kız bebeklerin yaşama hakkını korumuş oluyor.
Polat : Kanundan bahsederken hemen kanunda var olduğunu bildiğimiz sıkıntılar neler onları konuşalım.
Yayla : Yürürlükte olan kanun 1980’li yıllarda yapılmış. Zamanına göre hakikaten çok iyi bir kanun. O zamana kadar yaşanan bir çok probleme çözüm oldu. Hala da bu kanundan yararlanıyoruz. Hatta biz hekimler bu kanunun biraz fazla serbest olduğunu söylemeye başladık. Özellikle fetus hakları açısından. Kanunda gebelik sonlandırması konusunda öyle maddeler var ki bugün artık bunlara komik bile diyebiliriz. Örneğin, daha önceden sezaryen geçirmiş bir gebenin sezaryenli diye; rahimi ameliyat izli diye, onuncu haftadan sonra bile bebeğini alabiliyorsunuz.
Polat : Bu biraz komik hakikaten.
Yayla : Komik bir uygulama. Böyle birşey bilimsel de değil etik de değil, hiçbir şeye uymuyor. Buna benzer bir sürü madde var. Daha önceden hipertansiyon atakları geçirmiş gebelerin gebeliklerini sonlandırabiliyorsunuz. Halbuki Türkiye’de her yüz gebeliğin 3 ile 5’inde zaten bu hastalık var. Evet, hipertansiyon çok kötü sonuçlara da yol açabilir ama çok vakada başarıyla takipleri yapılabiliyor. Kanun esnek olunca mesele yanlış yöne çekip yanlış bir şekilde uygulanmasında. Yine çeşitli sistemik hastalık var. Nörolojik hastalıklar, psikiyatrik hastalıklar, ortopedik hastalıklar... Bunların adları da konmamış, çok geniş bırakılmış. Yapanın yanına kar kalabilecek, bebeğin hiçbir hakkını koruyamayacağımız bazı maddeler var. Anne-baba ve hekim anlaştığı takdirde çok kötü bir şekilde bunu kullanıp bebeğin hakkını elinden alabiliyorlar. Ne yapılması lazım? Önce bu tip hastalıkların adlarının konulması lazım. Bu yaklaşık iki sayfalık bir tüzük. Bu tüzüğün yeniden ele alınması lazım. Mutlak surette değişmesi lazım diyoruz. Hakikaten bilimsellikle bağdaşmayan birçok madde var. Bizim görevimiz aslında şu; bebekte bir problem varsa, anne-babanın hakkıdır böyle bir bebeğe sahip olmak istememek. En doğal haklarıdır ama bunun da bir sınırı var. Gebeliğin 24. haftasından sonra artık fetus, hakları olan, en önemlisi yaşama hakkı olan, doğurttuğumuz zaman yaşayabilecek bir canlı adayıdır.
Polat : Fetus hakları öyle bir konu ki aslında nereden bakarsan ona göre farklı bir yorum geliyor. Özürlü olan, anomalisi olan bir bebeğin doğumdan sonraki yaşamı boyunca ailenin bakımına muhtaç kalması ekonomik nedenlerle ve psikolojik nedenlerle aileyi çok zorlar. Bu bebeklerin, ileriki yaşlarda yetişkinlerin bakımları zor ve toplum yaşamında bunlar için gerekli düzenlemeler yapılmamış durumda. Gerekli donanıma sahip olmayan ailede bu çocukların daha fazla mağdur olma, istismar edilme ihtimalleri de var. Farklı açılardan farklı manzaralar gözüküyor. Olaya etik açıdan nasıl yaklaşmamız gerekiyor? Hem hekimin hem de anne-babanın açısından bakalım.
Yayla : Etik nedir? Ahlaki değerlerin bir disiplin içinde işlenmesi. Çok yuvarlak bir laf aslında. Fetusun hakları nerede başlar? Biraz önce sizin de sorduğunuz gibi fetus haklarını genelde 22-24. haftalarda başlatıyoruz da neden? Çünkü o zamana kadar da anne-babanın bazı hakları var. Yani fetus etiği, anne-baba etiğiyle ve gebelik etiğiyle bir yerde çakışıyor. İşte bu çakışmayı kanunlarla ayıramıyoruz. Hiçbir ülkede de böyle bir ayrım yok. Ama her ülkenin kanunlara yazmadığı bazı kavramları var, bazı ahlaki değerleri var. Bu yönde çalışmalar yapılmış ve bazı kararlara varılmış. Etik anlamda net olarak şunu söyleyebiliriz; 6. aya kadar bebek üzerinde anne-baba söz sahibidir ancak 6. aydan sonrada anne-babanın çok fazla karışmaması gerekir. Bu aydan sonra bebeğin haklarını hekimin koruması gerektiğini vurgulayabiliriz.
Polat : Temel noktanın altını çizmiş olduk. Bu hafta Prof. Dr. Murat Yayla ile fetus haklarını konuştuk. Fetus hakları çok az konuşulan ama aslında çok önemli bir konu. “0-18 Vurursan Kırılır” sloganıyla yayınladığımız Çocuğun Hakları Var programımızda her hafta çocuk haklarının bir boyutunu tartışıyoruz ama bugün henüz dünya da net olarak cevabı verilemeyen bir konuda sohpet ettik. Çocuğun hakları ne zamandan itibaren başlar? İlginç bir konuşmaydı. Teşekkür ederim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder